Yapı Kataloğu Mimarlar Rehberi Röportajları Spektrum Serisi x CDS
Öncelikle kısaca kendinizden bahsedebilir misiniz?
Merhabalar. Öncelikle bu kıymetli seride bizlere yer verdiğiniz için onur duydum ve çok teşekkür ediyorum.
Mimarlık mesleğine başlamam, üniversite sınavlarındaki puanlara ve tercihlere dayalı bir tesadüf olmadı. Çok daha erken dönemlerde mekânsal kurgular ilgimi çekmiştir. Kayseri’de, doğduğum şehirde, taş evler, tarihi okul binaları ve Kapadokya’daki mağara yerleşimleri gibi mekânlar ilgimi çekmişti ve çocukluk yaşlarımdaki anılarımda benimle birlikte büyümüştü. Bilime ve sanata ortak ilgim olmuştu. Ortaöğretimde fen bölümünde, yaprak üzerine fotoğraf negatiflerinden farklı ışık geçişleriyle karbonhidrat birikimleri sağlayarak pozitif görüntü oluşturma biyoloji deneyleri yaparken bir diğer yandan edebiyat departmanında okul dergisine hem makaleler yazıyor hem de yazılı makalelere editörlükler yapıyordum. Aynı zamanda belediye konservatuvarında Türk Sanat Müziği eğitimiyle nazariyat, bona, solfej, enstrüman dersleri alıyor, konserlerde ud çalıyordum. Edebiyat öğretmenimin yönlendirmesiyle de mimarlık mesleğini tercih ettim.
Mimar Sinan Üniversitesi’nde 2007 yılında lisansımı, 2011 yılında ise Mimarlık Tarihi Kürsüsü’nde yüksek lisansımı tamamladım. Eğitimimle birlikte sürdürdüğüm meslek pratiğine 2005 yılında başladım ve 2014 yılına kadar birkaç yerde görev yaptım. Bir inşaat şirketinde Levent ve Maslak bölgelerinde yüksek katlı ofis binaları yapımında tasarım ve koordinasyon bölümünde yer aldım. Ülkemizde bilinen birkaç ofiste mimari ve kentsel tasarım projelerinde çalıştım. Öğrencilik döneminde başladığım meslek odası süreçlerinde 2008-2012 yılları arasında profesyonel çalıştım, yönetim ve danışma kurullarında, komite ve komisyonlarda yer aldım, mesleki kitaplarda editörlükler ve yayıncılık çalışmaları yaptım.
2015 yılında ise, Kentsel tasarım projelerinde birlikte görev yaptığımız iş arkadaşım İnan Karaçay ile CDS’yi kurduk ve her ikimiz de o yıldan itibaren bu çatı altında çalışmalarımızı sürdürüyoruz.
Ofisinizin kuruluş hikâyesini dinlemeyi çok isteriz.
CDS’nin temellerini 2014 yılında attık. Adını koyup çalışmalara başladığımızda henüz ticari bir vasfı dahi yoktu. 2015’te şirket yapısına büründü ancak atölye ruhunu hep sürdürdü. ‘Critical Design Studio’ adı biraz benim yüksek lisans tezim olan ‘Critical Regionalism’ kuramından geldi ama daha çok genel geçer doğruları olduğu gibi kabul etmeyip her tasarım konusuna ayrı bir eleştirel gözle bakmamızdan, her çalışmayı özgün yapısıyla değerlendirmekten, malzeme ve form arayışının birçok tarihî, kültürel ve çevresel temellere dayandırmaya çalışmaktan ortaya çıktı.
Neredeyse hiçbir maddi bir sermayesi olmayan atölyenin temel finansmanını mesleğe olan inancımız oluşturdu. ‘Giderek büyüme’ yöntemi herkesçe bilinen ve uygulanan bir yöntemdi ancak biz ‘Critical Design Studio’ idik. Bu nedenle en büyükten başlamaya karar verdik. Girdiğimiz ilk yarışma ‘Gaziemir, Aktepe ve Emrez Mahalleleri Kentsel Tasarım Projesi Yarışması’ olmuştu. İnan ve ben, sadece iki kişiydik. Öğrenciliğimizden kalma bilgisayarlarımız, evimizdeki masalarımız ve iş hayatındaki tecrübelerimiz vardı sadece. Karşımızda ise Türkiye’nin köklü tasarım kurumları, büyük ve donanımlı ekipler. Bizim ölçeğimizde olanların ise en azından yine bizden daha iyi olanakları…
Bu yarışmanın birinci etabında ilk 10 ekip arasında seçilmiştik ve kısmi de olsa bizim için sermaye olabilecek bir para ödülü kazanmıştık. Bu para ödülünü yatırıma çevirdik ve Karaköy’de bir mekân kiraladık. İlk kez orada atölye olmuştuk. Ekibimize bir yardımcı dahil ederek yarışmanın ikinci etabına hazırlandık ve burada da eşdeğer birincilik ödülü aldık.
Bu cesaretle başka ulusal ve uluslararası yarışmalara katıldık. Çoğunda ödül aldık. Bulgaristan’daki bir yarışmada Avrupa ülkeleri başta olmak üzere 19 ülke ve 49 proje arasında Türkiye’den katılan tek ekiptik ve 5.lik ödülü aldık. Ama bu tarz başarılar ülkemizde duyulmadı bile, çünkü neredeyse 10 yıldır kendi reklamımızı kendi meslektaşlarımıza yapma eğiliminde hiç olmadık. Bilinen sitelerde projeler yayınlatıp popülarite hedeflemedik. Sadece önümüze çıkan iş konularında özgün olmaya ve iyi sonuçlar elde etmeye gayret sarf ettik.
Uluslararası projelerle çalışmak, ulusal projelerle çalışmaktan farklı olarak hangi zorlukları beraberinde getiriyor?
Uluslararası projelere dahil olmamızın bir çok yolu oldu. Önemli bir kısmı yarışmalardaki iş birliktelikleri üzerinden oldu. Almanya ve İngiltere ofisleriyle ortaklıklar yaptık. Afrika’da bir fuara katılarak projelerimizi sergiledik ve bu yolla oluşturulan iş ağı sayesinde Etiyopya’da Bahir Dar Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Eğitim, Gösterim ve Yurt Kompleksini tasarladık, Yerel bir bankanın şube merkezlerinden birini tasarladık. Türkiye için ‘Kuzey yönü’ verileri Etiyopya’nın güneyiydi. Avrupa nehir kıyılarındaki rekreatif kurguları düşünürken timsahların(!) olduğu kahverengi nehir kıyılarını yorumladık. Suudi Arabistan’da aile aktivite merkezinde sıcak coğrafyada, ekolojinin ekonominin ötesinde olduğu işlerde çalışırken, Anadolu’da ekonomi öncelikli konularda da yer aldık. Türkiye’de bir belediyeye yaptığımız tasarımların ücretleri ödenmeyip kendi devletimizi icraya verdiğimiz sıralarda Peru’daki bir arkeolojik sit alanına önermeleri de düşünüyorduk.
Açıkçası teraziye koyduğumuzda zorlukların ulusal projelerde ağır geldiğini söyleyebiliriz. Kazandığımız yarışma projelerini günümüzde değil de 1950’lerde, 1960’larda kazansaydık günümüzün Çinicileri, Hasolları, Tabanlıoğluları olabilirdik. Ancak özellikle iki büyük projemizdeki haklarımız siyasi yollarla elimizden alındı ve biz bununla mücadele edemezdik. Bu nedenle 2018 yılında yönümüzü Avrupa’ya çevirdik. O tarihten sonra hiçbir ulusal yarışmaya dahi katılmadık. 2019 yılı sonunda Hannover’deki yapılanmamızı oluşturduk. Maalesef ki bu aşamada pandemi süreci girdiyse de bugün çalışmalarımız sağlıkla sürüyor.
Özellikle yurtdışındaki projelerde yerel kültürleri anlama sürecinizin nasıl işlediğini merak ediyoruz.
Bu konu bizim için de gerçekten inanılmaz bir serüven. Az önce söylediğim gibi Etiyopya’da proje yaptık. Bununla birlikte bir projemiz Avustralya’da, bir projemiz Peru’da oldu. Cezayir’de de proje çalıştık, Almanya’da ya da İsviçre Basel’de de… Bir kere, her bir coğrafyada adı üzerinde coğrafya farklıydı ve bu öncelikle fiziksel şartları çok değiştiriyordu. Yılın 365 günü 13 ila 25 derece arası sıcaklığın yaşandığı bir bölge ile, en yüksek sıcaklığın 13 derece olduğu bir iklimde malzeme aynı olamazdı, ışık aynı olamazdı. Yağış rejimi aynı olamazdı. Kuzey yarımkürede güneş etkisi güney cephede iken, güney yarımkürede ise kuzey’deydi. Kimi yerin peyzajında yeşil hâkimken kimisinde çakıl taşları, sıkıştırılmış kırmızı toprak görüyordunuz. Renkler, dokular… Her şey farklıydı… ve tabii ki, bahsettiğiniz gibi kültür de…
Çalışma yaptığımız bölgede tasarımla ilgili hiçbir şey yapmadan önce bir süre mutlaka çalışacağımız bölgenin tarihini, kültürünü, yaşamını, ulusal hassasiyetlerini araştırıyorduk. Örneğin Etiyopya, tarihi boyunca hiç sömürge olmamış tek Afrika ülkesiydi ve bu durum onlar için önemli ve haklı bir övgü kaynağıydı. Ülkenin bir bölümü Hristiyan bir bölümü Müslüman iken, önemli bir bölümü de bilmediğimiz ve bilemeyeceğimiz dini kültür ve yaşayışın içerisindeydi. Tüm bu süreci analiz etmek ve tasarımda bir senteze kavuşturmak bir yandan oldukça zor iken diğer yandan da bu mesleğin en keyifli yanı oluyordu.
Uluslararası projelerdeki yasal düzenlemelerin ülkemizle çok farklı olduğunu tahmin ediyoruz. Yeni bir proje üzerinde çalışırken bu yasal düzenlemeleri dikkate alma süreciniz nasıl işliyor?
Kesinlikle tabii. Özellikle Avrupa’daki projelerimizde danışmanlarımız olmak zorunda. Almanya’da bildiğiniz gibi 16 farklı eyalet var ve her birinin yasal düzenlemesi farklı. Bu sebeple biz daha çok Aşağı Saksonya, Bremen, Hamburg ve kısmen de Kuzey Ren-Westfalia eyaletlerinde işler yapıyoruz. Doğu Almanya’da proje yapmak ile başka herhangi bir ülkede proje yapmak arasında bir fark yok bizim için. Tabii özellikle yarışma projelerinin çoğunda gerekli veriler bize önceden sunuluyor. Yarışma dışı işlerde ise biz ya konsept tasarımı tamamlayıp uygulama projelerini yerel ekiplere devrediyoruz ya da uygulama projeleri safhasında yerel danışmanlarla çalışıyoruz.
Açıkçası bu kendi ülkemiz için de geçerliydi. Proje yaptığımız dönemde, biz de İstanbul’da olmamıza rağmen örneğin Silivri’deki bir projede yerel bir meslektaşımızın yardımını aldık. Buna rağmen idari süreçler bizim için çok zorlu ve sancılı oldu. Açıkçası bu konuda şunu söyleyebilirim ki Türkiye yerel idareleri, Türkiye vatandaşı ve tescilli bir mimar olarak bizler için bile diğer ülkelerden daha kolay olmamıştı. Şu an Türkiye’de proje yapmıyoruz ama eminim ki şu sıralar daha kolaylaşmamıştır.
Uluslararası projelerde proje yönetim süreciniz nasıl? Farklı coğrafyalardaki projeleri koordine etmek nasıl avantajları ve zorlukları beraberinde getiriyor?
Yaşanabilecek en büyük problem aslında dil problemi olabilir. Bunun dışında mimarlık dili bir şekilde anlaşılıyor. Bunu yapamayacak meslektaşımız yok. Etiyopya’da ‘Amharca’ denilen bambaşka bir dil ve alfabe kullanılıyor ancak yerel ortaklarımız bizim için her şeyi İngilizce diline çevirdiler. Orada haritalama sistemleri, parsel sınırları ve topografik bilgiler zaten neredeyse yoktu. Bu nedenle uydu ile ilişkili araçlardan elimizden geldiğince faydalandık. Arabistan projelerinde dil zaten genel olarak İngilizceydi. Cezayir projesinde Fransızcaydı ve benim kısmi bir Fransızca bilgimle projedeki yazıları Fransızca yapabilmiştik. Ama orada da Türkçe anlaşabildiğimiz müşterimiz vardı. Bulgaristan’da Kril alfabesi vardı ama yaptığımız 4 projede de İngilizce çalıştık. Sadece uygulama projelerinde malzeme kodları uluslararası alçıpan firmalarında bile farklıydı örneğin. Ama bunlar ‘zorluklar’ olarak değil, farklılıklar olarak tanımlanabilir sadece.
Uluslararası projelerinizde çalışan ekip üyeleri arasındaki dil ve kültürel farklılıkların etkilerini hissediyor musunuz? Evet ise, bunu nasıl dengelemeye çalışıyorsunuz?
Bizim ilk yabancı ekip üyemiz bir Endonezyalıydı. Kendisiyle İngilizce iletişim kuruyorduk ve iyi derecede konuşabiliyordu. O da bizimle birlikte farklı coğrafyalarda ve farklı kültürlerde iş yapmaktan dolayı çok mutluydu. Adana 5 Ocak Meydanı projesinde çok ileri teknik simülasyon araçlarını kullanabilmeyi başarmıştı. Adana gibi sıcak iklimde en ufak esintinin dahi sokaklara alınması, pencere açıklıklarının güneş yönlerine göre ilişkilendirilmesi ve bunları ileri teknik simülasyonlarda tüm gerçeklikleriyle çıkması bizim için de muhteşem bir çalışma süreciydi.
Bu deneyim bize de cesaret vermişti. Elbette ki uluslararası alanda iş yaparken uluslararası ekip üyelerimiz de bize renk katıyordu ve katacaktı. Elbette ki ofisimize Suriyeli mimar başvuruları da olmuştu ancak ekibe dahil edememiştik. Ama buradaki temel etken dil ve kültür farklılıkları değil, projelere ve hayata olan yaklaşımdı. Biz ‘Critical Design Studio’ olarak, ‘Eleştirel Tasarım Atölyesi’ olarak tanımlamıştık kendimizi ve bu bizim için sadece tasarım ilkesi değil bir yaşam biçimiydi. Çok yönlülük, her konuyu özgün ele alma ve yorumlama önemliydi bizim için. Ekibimizde Alman kültüründe yetişmiş, Berlin ve Viyana üniversitelerinde eğitim almış ekip arkadaşları da vardı, İtalya’da eğitim alanlar da vardı. Endonezyalı dostumuz şu an Londra’da dünyaca bilinen bir grupta görev yapıyor. Bazı arkadaşlarımız dünyanın diğer farklı yerlerinde. Ekip arkadaşlarımızın bugünkü durumlarıyla da gurur duyuyoruz şu an beraber çalışmıyor olsak da.
Son olarak yurtdışında ofis açmak ya da uluslararası projelerde yer almak isteyen genç meslektaşlarına tavsiyeleriniz nelerdir?
Yurt dışında çalışmak isteyen genç meslektaşlarımıza bir miktar telkinlerde bulundum satır aralarında. İdari süreçlerde Türkiye’nin diğer ülkelerden daha kolay olmadığını söyledim. Ya da farklı coğrafyalardaki mimari dilin zorlayıcı olmadığını, sadece iletişim dil yeteneğinin ön planda olduğunu söyledim. Bunlar genç meslektaşlarımız için asla zorluk değil. Ekonomi de değil; keza CDS’nin kuruluş sermayesini de anlattım. Sanırım benim meslektaşlarıma tavsiyede bulunmak gibi bir haddim olamaz. Çünkü, kendine ve mesleğine inanan ve güvenen her meslektaşım zaten hedefine ulaşır. Kimse aynı yoldan gitmez, gidemez. Her şey aynı bile olsa zaman her şeyi değiştirir. Bununla ilgili de bugün yaptığımızın aynısını 50’lerde ya da 60’larda yapsaydık sonucun farklı olacağından da bahsetmiştim. Demek ki 10 yıl önce bizim gittiğimiz yollar da günümüzde ilerlenemez olabilir. Türkiye’deki yarışma süreçlerinin nasıl olduğunu şu an bilmiyorum bile, yarışma var mı onu bile bilmiyorum. Ama özgünlük de budur zaten. Genç meslektaşlarım Mimar Hassan Fathy’yi okusunlar. Burkina Faso’lu ve şu an en büyük mimarlık ödüllerini almış Mimar Francis Kéré’yi okusunlar. Yaptıkları işleri ve koşulları incelesinler. Ama işlerin özünü yakalamaya çalışsınlar. Sonra bugünü, bugünün araçlarını, imkânlarını ve olanaklarını inceleyip yorumlasınlar. Bunu nasıl yapacaklarını bilmiyorlarsa bu konuda benim yaşamıma yön veren hocalarımdan biri olan Prof. Bülent Özer’i okusunlar.
Ve sadece mesleki alanda değil, birçok alanda ve çok yönlü olsunlar. Çünkü mimarlık bir mekân tekniği ise bunu ortaya çıkaran yaşamın içinde olmalılar. Bu sinemada da diğer sanat dallarında da öyledir. 70’lerin sineması o günün yaşamına ayna tuttuğu/tutabildiği için içtendir mesela.
Ve mesleğimiz sadece mekân oluşturmak değildir, malzeme bilimi ve davranışını da bilmelisiniz. Fizik - kimya bilginiz olmalı. Detay olmasa da prensip düzeyde çok iyi fen bilgisine sahip olunmalıdır, biraz biraz olmaz!
Ve sosyoloji okunmalı, felsefe okunmalı… Benim yüksek lisans sürecimde en etkilendiğim seçmeli dersim, Sosyal Bilimler Enstitüsünden aldığım ‘Kent Sosyolojisi’ dersiydi…
Eğer naçizane tavsiye hakkım olacaksa, bunları tavsiye ederdim ama biliyorum ki bu tavsiyeler herkes için olamaz. Herkes kendi özgün yapısının farkında olmalı, kendi imkânları içerisinde olanakları akılcı şekilde değerlendirebilmelidir.
Sonsuz saygılarımla…
İlker Ertuğrul
Hannover, 21.10.2024