Konuk Editör: Sema Yazıcı – Mekânın Ruhu
Lise yıllarında aldığım tiyatro dersinde öğretmenimiz, beden dilinden bahsederdi. Sahnedeki duruşumuzun, bakışımızın, yüz ifademizin yaptığımız her hareketin seyircinin gözünde bir anlamı olduğunu ve bir duygu barındırdığını anlatırdı. Hatta oynayacağımız oyunda rol arkadaşımızı tanımak, duygularını anlayabilmek için dakikalarca birbirimizin gözünün içine bakıp sessizce hislerimizi okumaya çalışırdık.
Sonrasında üniversitede aldığım iç mimarlık eğitimi ile beden dilinden mekân diline uzanan bir yolculuk başladı. Renklerin, dokuların, geometrik şekillerin bizi üçüncü boyuta, oradan da perspektife yönlendirdiği akademik hayat, işimizin sadece alfabesiydi.
Aktif iş hayatımda dahil olduğum projeler, tasarladığımız mekânlar ve uygulama süreçlerinden sonra, beden dili ve mekân dili bir bütün haline geldi. Bu süreçte anladım ki, insan ve mekân ne kadar uyum içerisinde olursa, hayata geçen projeler de o kadar estetik ve işlevsel oluyor çünkü her proje biricik ve hepsinin hikâyesi ayrı.
Özel konut projeleri, içinde yaşayanların alışkanlıklarına, zevklerine ve kişisel tercihlerine göre tasarlanırken, ticari projeler, geniş kitlelere hitap edecek şekilde bir standarta bağlanmaya çalışılıyor. Oysa standart dediğimiz konseptlerde bile, bulundukları lokasyon, tüketici alışkanlıkları, iklim şartlarına bağlı olarak birçok farklılık görülüyor.
Logosunun renginden bile markaya aşina olduğumuz, uluslararası restoran/cafe zincirlerinin faaliyet gösterdikleri ülkelerin, toplumsal kimliklerine, geleneksel alışkanlıklarına hatta dini inançlarına göre esneklikleri olduğunu hepimiz deneyimliyoruz.
Ofis projeleri, her ne kadar ticari faaliyet alanlarına göre şekillense de son yıllarda “Z Kuşağı”nın çalışma ortamlarındaki eğlence, sosyallik ve ev konforu arayışlarını, firma sahiplerini etkilediklerini ve bununla birlikte iş hayatında birçok tabunun değiştiğini görüyoruz.
Peki günlerce üzerinde konuşup tasarladığımız projeler, üç boyutlu görseller ve şantiye süreçlerinden sonra neden bazı mekanlar üzerinden yıllar geçse de hâlâ adından söz ettiriyor da bazıları yok olup gidiyor. Neden yepyeni bir eve girdiğinizde kendinizi yorgun ve darmadağın hissederken 10 yıldır oturduğunuz evinizde huzurlu ve dingin hissediyorsunuz?
Tatile gittiğiniz 5 yıldızlı otellerin geniş hacimlerinde kaybolmuş, yüksek duvarlar altında ezilmiş hissederken, küçücük bir taş otelde estetik ve zarafeti buluyorsunuz?
Çünkü mekanlar siz farkında olmasanız da beden diliniz ile birlikte ruh dilinize de hitap ediyor. Salonunuzda suladığınız bir bitki ile ruhunuz canlanıyor, ofis duvarınızda baktığınız bir tablo ile cesaret buluyor ve oturduğumuz bir koltuğun kumaşı ile gevşeyip rahatlıyorsunuz. İşte biz buna “Mekânın Ruhu” diyoruz.
O yüzdendir ki ben yıllar önce tiyatro sahnesinde arkadaşımın gözlerinden sessizce duygularını anlamaya çalışırken şimdi yıllanmış bir masaya bakıp orada yenilen yemekleri, yapılan sohbetleri yaşanmışlıkları bulmaya çalışıyorum. Yeni açılmış bir restorana girdiğimde yemeğin içindeki baharatların çeşnisini, müziğin melodisini ve o mekân başarılı olsun diye kurulan hayalleri düşünüyorum. Gideceğim otel odasından denizin kokusunu duymayı, güneşin batışını izlemeyi ve gece ayın hangi döngüde olduğunu görmeyi arzuluyorum.
İşte böyle ruh buluyor mekânlar benim kalemimde, ya sizin?