Konuk Editör: Onurcan Çakır - Sedef Tunçağ | Yok Etmeden Yerine Koymak
Odağında insan olan titiz bir koruma çalışması elbette kendi içinde bir ölçek barındırır. Genel olarak içinde yaşadığımız evler, kasabalar, kentler ölçek algımızın başlangıç noktalarını oluşturdu. Ancak çok uzun süredir bildiğimiz, yüzyılların olgun ve alçak gönüllü ölçek algımız farklılaştı; yerine koyduğumuz yepyeni ve fazlasıyla etkisi altında kaldığımız doymak bilmez bakış açısıyla yepyeni bir ölçek algısı dört bir yanımızı sardı. İnsan ölçeğini ezen, bunaltan “daha büyük, daha gösterişli” kavramlar ve paralelinde tüketim algımızı tetikleyerek alt üst eden diğerleri, insani ölçeklerimizle ilgili bütün değerlerimizi de yerle bir etti.
Büyük kentlerimizin yaşam ölçeği kaçmış bunaltıcı baskısından kaçanlar kurtuluşu küçük kasabalar ölçeğinde ararken önemli bir karar aldıklarının farkında olmadan büyük kentin alışkanlıklarını da sırtlayarak geliyorlar. Oysa ki, küçük kasabaların yaşam ölçeği bambaşkadır. Büyük kentin nimetlerinden yıllarca faydalanarak küçük bir tarım kasabasına sıkışıp kalmak bambaşka bir bakış açısını gerektirir. En önemli kıstas kırlara yerleştiğimizde yaşam konforu ölçeğinde bakış açımızı değiştirip değiştirmemektir! Yeşil içinde sonsuz gökyüzü özlemiyle seçip geldiğimiz yer artık “doğa içinde doğa ile uyumlu” yaşamın öğrenilmesi gerektiği yeni bir hayat biçimidir.
Ne demek istediğimizi özelinde Urlalıların hayat felsefesini anlatan bir özdeyiş “sığacağın kadar ev, göz alabildiğine bağ” cümlesi fazlasıyla özetler. Geçmişinin yaşam döngüsü üzüm bağları ve üretim olan Urlalının hayat için kurguladığı ölçek algısı bu kadar basittir.
Bu cümle bize ne demek istiyor: “Kırda yaşıyorsanız çevrenizde gözünüzün alabildiğine doğa ve gökyüzü sizindir. Bu iklim şartları size açık alanda rahat yaşam olanağı veriyor. İşte yapı taşı, işte toprak ve işte onu işlemek için yörenin bilgi birikimi, işte yepyeni yaşam ölçeğinin verdiği olanaklar; bozmadan, üzerine ekleyerek tadını çıkarın.”
Kısaca yaşam ölçeğimiz, yaşadığımız yeri iyi tanımak, görüşlerimiz ve birikimlerimizle verimli olmak, yaşamı paylaşmak, böylece yaşadığımız toprakların saygınlığını vurgulamak, geçmişin bize bıraktığı emanetlerin değerini görünür kılmak olmalıdır.
Üzerinde yaşadığımız eşsiz coğrafyanın bin yıllar öncesinden gelen tarihi ve onun zenginleştirdiği kültürü, bize yöremizin özelliklerini sık sık gözden geçirmemiz gerektiğini hatırlatıyor. Örneğin Urla’yı ele alırsak Yarımada’nın merkezinde bulunan Urla, bir doğal yaşam alanıdır. Urla özelinde koruma hedefli çalışmalar yapılırken özellikle üretim üzerine yoğunlaşıldı. Bu, üretim hafızasının henüz diri olduğu yıllarda bu toprakları yeşilliği ile tümden örten üzüm bağları olduğu gerçeğiydi.
Gelişen pek çok neden sonucu Urla’nın 1995 yılından başlayarak aldığı birikimli ve hedefli göç ile yıllar önce üzüm bağlarının süslediği boş tarım toprakları yeniden yeşermeye başladı. Uzun yıllar hedeflenen noktaya gelmek hiç de kolay olmadı. Bu beldeye yerleşerek üretim amacıyla elini taşın altına sokan, inançla ve ısrarla çalışarak yaşadığı yeri önemsenen bir belde yapan işletmelerin kaldıraç gücü kadınlar oldu. Birbirini tetikleyen bir çoğalma ile Urla, zenginleşen bir bağ beldesi oldu. Bugün ise neredeyse bütün Türkiye’nin tanıdığı ve gözünü diktiği bir beldedir Urla.
Gurur verici olduğu kadar kaygılandırıcı da olan hızlı gelişme ile Yarımada’ya ve Urla’ya yönelen bu yoğun ilgi, rahatsızlık verici boyutlara ulaşan planlanmamış bir karmaşayı da beraberinde getirdi. Bu gibi gelişmeler bize emanet edilen geçmiş değerlerle beraber geleceğe de hep beraber sahip çıkmamız gerektiğini hatırlatıyor.
Yerel Halk Güncel Yaşamın Neresinde?
Hızlı gelişme hafızanın yok olmasını, değerlerin anlamını yitirmesini, düşünce sapmasını da beraberinde getiriyor. Bir anlamda soylulaşma olarak adlandırdığımız bu değişim hiç istenmeyen ancak henüz ilacı bulunmamış önlenemez bir altüst oluş. Soylulaşma terimi, beldelerin özgün ve “eskimiş” bir bölümüne, görece daha üst gelir gruplarının kendi kültürleriyle birlikte gelip yerleşmesini tanımlıyor.
Tam da burada korumanın en önemli sorusu “o zaman yerli halk güncel yaşamın neresinde” oluyor. İnsan ölçeğini unutmadan ve yaşamın temel taşlarını yerinden oynatmadan konuya hassas biçimde yaklaşarak kararlar alınması gereği daha da belirginleşiyor. Bulunduğumuz muhteşem coğrafyanın korunarak yaşatılması, gelecek kuşaklara aktarılarak farkındalık oluşturulması, yıkmadan dökmeden yerelde kalkınmanın sağlanması elzem oluyor.
Her şeyden önce çalışmanın insani yönünü gözden kaçırmadan koruma hiç de kolay bir iş değildir, titiz bir çalışma ister. İnsan ölçeğini kaçırmadan bunları gerçekleştirmek ayrı bir beceri işidir. Sözün özü, koruma dediğimiz bütününde insan odaklı, insan ölçekli düşünce sistemidir. Bu yüzden korumaya gönül vermek yaşamın temel taşlarını yerinden oynatmadan konuya hassas biçimde yaklaşmak ve bu gönüldaşlığı çevresine aşılamaktır. Ancak bu şekilde bir değeri yok etmeden yerine yenisini koyabiliriz.